İstiklal'in tam da eski İstiklal gibi olmadığı ama yazarımızın anca yetişebildiği o dönemde, polislerin etrafını sarıp sarmalamadığı bir YKY varmış. İnsanlar önce Can'a sonra buraya gider, Galatasaray ya da Çiçek Pasajı'nın önünde sevgili ya da arkadaşlarını bekler, aldıkları kitapları gösterir, hediyelerini verirlermiş. Sonra çay-kaffelerini içer, onu-bunu yer, birbirlerini önemser, -utanmıyorlarsa- gözlerinin içine bakarlarmış. Genelde renkli bere ve atkıları olurmuş. Soğukta peş peşe sigaralar yakalarmış. Eldivenleri yokmuş. Gerek de yokmuş. Çay dumanı, sigara dumanı ve ağızdan çıkan dumanlar hep birbirine karışırmış.
Yazarımızın o taraklarda bezi yokmuş. Hem, göz kaçırma ve önemsemez gibi yapma konularında şampiyonlukları mevcutmuş. Kendini kaybetmemesi adına da gerekliymiş bu, öyle söylenmiş, en azından bir süre... Varsa yoksa canı yalnızlığı, yazıları, kafasındaki öykülermiş.
Günlerden bir gün, pek sıkkın, yine bildik, polissiz kapıdan girmiş içeri. Soğukmuş. Burada ne işi varmış bugün, ne diye gelmiş? (Bir alışkanlık? Belki.)
Biraz yürümüş. Derken derken mavi kapaklı, daha önce adını bile duymadığı yazarın kitabı dikkatini çekmiş. Yaklaşmış, yaklaşmış... Karşılaşmalar, rastlantılar, buna verilmeyecekse neye verilecek anlamları geçmiş zihninden... Ses Taklitçisi... Daha ismi görünce gülümsemiş, içi bir hoş olmuş. Zaten daktilosu başında bir şeyler yazan insan fotoğrafları görünce otomatik olarak gülümser ve içi bi' hoş olurmuş. Kendisinin de bir daktilosu varmış ama parmaklarını ağrıtıyormuş yazarken ve çokça hata yapıyor (bazı bazı silik çıkan harfler de cabası), çokça beğenmiyor, çokça yırtıp atıyormuş kâğıtları, sonra yazdıklarını, en son da kendini... Ama bu adam, Thomas (acaba Fransızların dediği gibi Töma diye mi okunuyormuş?) Bernhard... Dev gibi makinesi ile neler yazıyormuş... Açmış, biraz karıştırmış, mini mini öyküler... "Bu akşam bitirim ben bunu." Kasaya yönelmiş. Fatura için ismini soran kıza bu defa Sabahattin Atılgan dememiş. Bu karşılaşmada bir sihir, bir büyü varmış çünkü, hissedebiliyormuş... Galatasaray'a doğru yine eski bir alışkanlıkla yönelmiş, kitabın arka sayfalarında o alıntıya rastlamış:
"Her zaman bir kaçış içindeydi..."
Neden kaçtığını düşünmüş yazar. Yürümüş, yürümüş. Kılcal damarları elmacık kemiklerine yapışıncaya dek yürümüş. Ailesini, arkadaşlarını... Kızları, biraz aptalları, kapalı ortamları, açık ortamları, ortamları, boş konuşanları, konuşmayanları, sevdiklerini, sevmediklerini, yazılarını, öykülerini, eski öğretmenlerini, henüz olmayan blogunu ve daha neler neleri düşünmüş...
***
Bugün ve takip eden dört yazı boyunca taaaa çok bebekken tanıştığım, her yazdığına bayılmasam da bir şekilde her yazdığını Türkiye'de yayımlanan kitaplarını okumaktan kendimi alıkoyamadığım, bazen bazı ettiği lakırdılarda, "tam ben de böyle hissediyordum"ların yanına tarif edemiyordumlar eklediğim yazar Thomas Bernhard'dan bahsedeceğim.
Ses Taklitçisi'ni okuduktan sonra yemeyip içmeyip (gerçekten öyle bu arada, abartı kesinlikle değil) Mitos Yayınları'ndan çıkan otobiyografik beşlemeyi biriktirme sürecimi, ve uzunca bir süre okuyamamamı ve uzunca bir süre okumamı, zamanında çizdiğim alıntılar ve bugün hissettirdikleri hakkında konuşacağım bir de.
Değişen ve değişmeyen zamandan, hiç değişmeyecek zamandan bahsedeceğim belki. Bazen de yalnızca bu alıntıların internette durması için, öylesine paylaşacağım. Başlayalım.
***
Neden – Bir değini (Çev. Mustafa Tüzel)
"Bu şehirdeki her şey yaratıcı olana karşıdır. ... Riyakarlık bu şehrin kökenidir, en büyük tutkusu ahlaksızlıktır ve fantezi kendini yalnızca belli edecek bile olsa hemen imha edilir."
İstanbul ve Türkiye'den nefret ettiğim zamanlardan kalma bir alıntı olsa gerek. Bunların günümüzde şiddetle artarak daha da katlanılmaz bir hâl almadığını söylemek değil niyetim, hayır. Ancak gezdim-gördüm, okudum-araştırdım, düşündüm-analiz ettim ki, nereye gitse insan, insanın olduğu hemen her yerde bu hep ama hep böyle. Lanetliyiz.
Yaratıcılığı desteklediğini sandığın yerlerin bile bir "yaratıcı olma sınırı" var çünkü ancak ve ancak onların istediği ölçüde yaratıcılığa yer var. O günün şartlarında ne destekleniyorsa sözgelimi, temayül ne yöne ise, ancak onlara destek var.
Hatta abartarak söyleyebilirim ki aydınlanmanın, ilericiliğin tanrıları, çok daha zorba ve ikircikli, katı ve sapık. Thomas Bernhard da Viyana ve Avustraya'dan biraz da bu yüzden nefret ediyordu. Ütopyalarının birer birer distopya çıkmasından, distopyaya dönüşmesinden nefret ediyordu. O yüzden biraz biraz nefret etmemeyi, hatta düpedüz sevmeyi öğrendim ülkemi.
*
"İntihar için gerekli güç ve kararlılığı, karakter sağlamlığını asla gösterememişti."
İntihar ve fikri, ne yazık ki (ve belki de iyi ki), hep ama hep aklımda olan, bana özgürlüğümü veren bir eylem. Çünkü intihar edebilme, yani kendi isteğimizle başlatmadığımız bir hayata son verebilme özgürlüğü bize kalan tek özgürlüğümüzdür bugün. Semavi dinlerde siz zaten kendinizin olmadığı için bu elbette kati surette yasaktır: Can size verilmiştir.
Hayatı ve getirilerini inanılmaz sevdiğim, sürekli yapacak bir şeyim olduğu için intihar edemiyorum. Belki de sürekli yapacak bir şeylerle intihar etmemek, bu fikrin kafamda yer etmemesi adına uğraşıyorum. Bloga yazı yazmak bile bu uğraşlardan biri belki... Ama yine de intihar edebilme gücünü kendinde bulabilenlere delirmemek elde değil. Bu güçsüzlüğe (bkz. bir önceki yazım) katlanmak da az buz başarı değil. Senelerdir -zannediyorum- değişmemiş tek düşüncem bu olsa gerek.
*
"Gerçeğin hep daha güçlü bir biçimde bilincinde oluyorum, bir gün öyle güçlü bir biçimde bilincinde olacağım ki bu bilinç yüzünden geberip gideceğim."
Burada zannediyorum gerçek diye düşündüğüm şey, daha çok bilme ile alakalı olabilir.
Daha çok bildikçe daha çok bazı şeylere akıl erdiremeyen tarafa yakınlaşıyorum.
Sözgelimi bir arkadaşımla ahlak konusunu tartışıyoruz, ve konuyu kendisi açıyor, ve bana sürekli kendini haklı çıkartacak bazı şeyler söylüyor... Ben biraz çabaladıktan sonra pes ediyorum, anlaşamayacağız. Peki diyor, lafı uzatmıyorum. Ama sonrasında, öyle bir olaydan, öyle kolayca ve adeta daha az önce ahlak konusunda söylev çeken kendisi değilmişçesine, vasıtasız, sanki öylesine alelade bir şeyden bahsediyormuş gibi söz ediyor ki, hangisi gerçek insan, ne-ne, ne oluyor, neredeyiz, imdat, ölmek istemek istemiyorum, yine hemen şu an ölsem mi diye düşünmek istemiyorum falan oluyorum. (Falan olmak? Yakışmadı... Neyse.)
*
"Kemanımın parçalanmasından ötürü sevinç duyduğumu anımsıyorum, çünkü bu olay sevdiğim ve aynı zamanda derin bir nefret duyduğum bu enstrümanı da içeren kariyerimin kesin olarak bittiği anlamına geliyordu."
Genç takımdan sonra herhangi bir profesyonel basketbol takımına seçilememe sırasında hissettiklerime (tam o sıralarda okumuş olmam gerekir kitabı da düşününce, belki birkaç sene sonrası) çok benzediğini düşünüyorum. (Ve daha o zamanlar bu kadar kendimin farkında olmama şaşıyorum.)
Biz kemana ve kırılmasına dönelim. Freudcu bakış açısıyla yeterince iyi olamayacağımız için süperego tepemizde, sevsek de keman çalma işini.
Lacan'a göre bu duyduğum zaten bende olan bir eksiklik. Tamamlanacak sanıyorum sanki süper çalarsam, ama tamamlanmayacak. O hep orada, ta en içimde bir yerlede duracak. Ve ancak bunu "bırakırsam" ya da daha harikası "elimden başka türlüsü gelmeyeceği için zorunlu bir şekilde bırakmak zorunda kalırsam" (kemanım kırılırsa) hem bu bağımlılığımdan hem de ileride yaşayacağım hayal kırıklığından kurtulmuş olacağım.
Jung'a göre bizde asıl nefreti oluşturan daha en başta, "kendimce"çalıyor olmamın, hiçbir kimseyi tatmin etmiyor oluşu. Beni her ne kadar en başta tatmin etse de, "kendimce yaptığım uğraşımı, o uğraşıdaki hazzımı" kıskananlar, o tatmin olmayanlar yüzünden, onların her birinin kafamı yemesi, hâlâ daha ne diye keman çaldığımı sorgulamaları yüzünden ben de bir süre sonra kemanımdan nefret eder hâle geliyorum.
*
"Üretiliriz ama eğitilmeyiz, üreticilerimiz bizi ürettikten sonra tam bir kalın kafalılıkla davranırlar bize karşı."
Zannediyorum hâlâ aynı fikirdeyim. Bilhassa bu son zamanlarda uğraştığım şeylerden ötürü ailemle çok vakit geçirdim. Yalnızca kendi ailem adına söylemeyeceğim, en harikaları da dahil hemen herkesin ailesi bu şekilde davranıyor çocuklarına. Ya fazla ilgi ya da ilgisizlik... Dengeyi tutturabilenler çok nadir, çocukları hemen anlaşılıyorlar zaten bir ortamda...
Anlıyorum, elbette çok zor çocuk yetiştirmek, ihtiyaçlara cevap verebilmek, kalın kafalı olmamak... Ama çok kolay bir yolu var bunlardan kurtulmanın: Yapmamak.
Ama bunun için de biraz düşünmek gerekiyor. Kendilerini her daimzihinsel anlamda geliştirmeyen her ebeveyn çocuklarında öyle ya da böyle travma yaratmaya maalesef yatkın oluyor.
(Alıntının devamında insanların mallıklarının desteklendiğinden [yap bi' büyür ya çocuk, sana bakar, çocuğu veren allah rızkını da verir vs.] ötürü çocuk yapmaya devam ettiğinden de bahsediyor Bernhard, ama orayı almadım.)
*
"Yaşam boyu tam bir cahilliğe mahkûm edilmiş olan, yaşam boyu aydınlatılmamış çocukların aydınlatılmamış üreticileriyle muhatabız."
Bunu aldım ama hahahaa. Sürekli bekâra karı boşamak kolay, ya da çocuğun olsun anlarsın bunlar dert değil gibi lakırdılar duyuyorum. Eğer size de aynısını söyleyen olursa şu cevaplardan birini vermenizi salık veririm:
E, kolaysa sen de zoru seçmeseydin be kardeşim.
Çocuk için ise, "Cehalet her zaman mutluluk değil sanırım," diyebiliriz.
Hâlâ konuşuyorsa (çünkü anlamazlar) "Biraz okuyup araştırsaydın yapmadan kedi misin sen aq" deyip masa terk edilebilirsiniz. Çünkü Bernhard'ın da dediği gibi bu "üreticilerle" muhatap olmak, onları kale almak HATTA VE HATTA kale almamak bile bir yerden sonra işleri dallayıp budaklamaya yetiyor.
*
"Akıl cinayeti ebeveynler tarafından işlenir."
Elbette hayatı kendilerine kolaylaştırmak isteyen ebeveyn, yasa ve yasaklarla çocuğun ileride hayatını karartmak için bu cinayetleri işlemekte de geç kalmayacaktır.
Çok sevdiğim Peanuts karikatürlerinden birinde şöyle bir lakırdı geçiyor: "Bir köpek yalnızca hiçbir şey yapmadığı zamanlarda aferin alır."
Bir çocuk da öyle. Örneğin göz önünde olmazsa, sessiz olursa, bir şeyi kırmazsa, bir şey istemezse, cesaret gerektirecek bir işe girişmezse, anne babasının yerinden ya da telefonları başından kaldıracak bir şey yapmaya kalkmazsa ve dahi uslu biricik köpekleri olursa ancak ve ancak sevilir. Ve verilmeyen sevgi için deliren çocuk ya tümden kapar kalbini, ya da daha kötüsü, aklını daha en başında ebeveynleri gibi rehin verir. Cinayeti işleyen ebeveynler; isteklerinden vazgeçip, sevgi arayan da çocuklar olur.
*
"Çalışmaktan ve umutsuzluktan başka bir şey yoktu."
2025 Türkiye'si için hâlâ geçerliliğini koruyor. Dünyanın son yetiştirdiği filozofu için, o meşhur çok şükür kötü günleri geride bıraktık, şimdi sırada daha kötü günler var kepsini yapan kişi diyebiliriz.
*
"Artık gitmemem gereken yere, çocukluğumdan ve gençliğimden geçerek tekrar gidiyorum. Tekrar, hiç akıl kârı olmadığı hâlde, bayağı insanların bayağı görüşlerini dinliyorum, hiç akıl kârı olmadığı hâlde, artık konuşmamam gereken yerde konuşan, susmamam gereken yerde susan biriyim."
Buradaki anlatıma, çaresizliğe, boş vermişliğe, adamsendeciliğe ölüyorum. Buradaki tekrardan iyi olabilmek adına geçmişinden/travmalarından geçmesi gerektiği bilincine, bunun için gösterilen kararlılığa deliriyorum.
Çocukluk ve gençlik, yani eve dönerek (her ne kadar biricik canımız, Thomas Wolfe'miz you can't go home again dese ve kısmen haklı olsa da) mecburen geçmişinden, daha doğrusu travmalarından geçerek iyi olabilmek anca mümkün kılınan. Bize kalan. O daha azıcık önce, epey eleştirdiğimiz bayağı insanların görüşlerini dinlemek de bunun içinde, aptal çocuklara kızıp, hâllerine üzülmek de.
Çünkü ancak o zaman aslında ihtiyacın olanın bunlar olmadığı, seni üzen şeylerin ne kadar mal sürüsü olduğunu anlayabilecek ve tam manasıyla özgür olabileceksin.
*
"Kendim üzerine, başka her şeyden daha fazla çalışıyorum."
Daha iyi olabilmek adına ben de çok çalışıyorum. Hemen hemen her konuda. Yalnız burada sorun eğer hem maddi hem manevi, hem mental hem fiziksel açıdan Bernhard gibi olamayacaksan, yaşadığın çevre üzerinde tahakküm kurmaya başlıyor.
Senden isteneni bir türlü gerçekleştirememek yalnızca "kemanın kırılmasıyla" alakalı olmayabiliyor. Bir de kemanı hiç kırılmamışlarla, kemanda iyi olanlarla yahut hiç kemanı olmamışlarla bir arada delirmeden yaşaman da gerekiyor.
-Birinci bölümün sonu-